• admin
  • 10.12.2025

Mutlu Beyin Hormonları (DOSE) ve Teknoloji: Dengede Kalmayı Nasıl Sağlarız?

Sabah uyanır uyanmaz elinizin telefona gittiği, “Sadece beş dakika bakacağım” deyip farkında olmadan ekranı dakikalarca, hatta saatlerce kaydırdığınız o anları biliyorsunuz, değil mi? Bu durum artık hepimizin ortak deneyimi. Teknoloji hayatımızın en pratik, en renkli parçası; fakat bizi fark ettirmeden görünmez bir maratonun içine çekiyor. Bitmeyen bildirimler, sürekli yenilenen içerikler ve durmadan akan bir akış… Günün sonunda hissettiğimiz zihinsel yorgunluk ve karmaşık duyguların temelinde aslında beynimizin mutluluk kimyası yatıyor. Daha huzurlu, daha motive ve daha dengeli hissetmemiz dört temel hormonun—kısaca DOSE dediğimiz dopamin, oksitosin, serotonin ve endorfinin—düzgün çalışmasıyla mümkün oluyor. Teknoloji devreye girdiğinde bu hormonların dengesi çoğu zaman bozuluyor; ama bunu fark ettiğimiz anda direksiyonu yeniden ele alma şansımız var.

Dopamin, beynimizin “ödül avcısı” gibi çalışan hormonu. Bir beğeni aldığımızda, bir mesaj geldiğinde ya da oyunda seviye atladığımızda içimizde oluşan küçük heyecanların kaynağı o. Fakat dopamini sadece dijital dünyadan almaya başladığımızda beyin sürekli “Bir sonraki ödül nerede?” diye sormaya başlıyor ve bu kısır döngü bizi ekrana zincirliyor. Bu döngüyü kırmanın yolu, dopamini başka kaynaklardan almak: küçük bir hedefi tamamlamak, yeni bir şey denemek ya da kısa bir yürüyüş bile bu hormonun sağlıklı şekilde salgılanmasını destekliyor. Oksitosin ise sevgi, bağlılık ve temasla ilişkili. Gerçek bir sohbet, sıcacık bir sarılma veya birlikte edilen bir kahkaha, ekrandan aldığımız hiçbir duyguyla kıyaslanamayacak bir etki yaratıyor. Telefon ekranına fazla gömüldüğümüzde bu bağ hissi zayıflıyor ve içimizde tarif edemediğimiz bir boşluk oluşuyor; çoğu zaman “ekran bağımlılığı” sandığımız şey aslında oksitosin eksikliği olabiliyor.

Serotonin ise içsel huzurumuzu, dinginliğimizi ve özgüvenimizi düzenliyor. Gün ışığı, doğa, temiz hava ve sakin bir ritim serotonin için vazgeçilmez. Ne var ki akşamları mavi ışığa maruz kalmak, gün boyunca hareketsiz kalmak ve sürekli uyaran altında olmak bu dengeyi bozuyor. Kısa bir açık hava molası, sevdiğiniz bir müzik eşliğinde ekransız birkaç dakikalık duraklama ya da yatak odasını “teknolojisiz bir bölge” ilan etmek bile ruh hâlini ciddi şekilde iyileştirebiliyor. Endorfin ise kahkahaların, dansın ve hareketin hormonu. Spor yaptıktan sonra ya da gerçekten güldüğümüzde hissettiğimiz o ferahlık endorfinin eseridir. Pasif bir şekilde saatlerce ekrana bakmak bu doğal mutluluk döngüsünü kesiyor; oysa birkaç dakika dans etmek, komik bir videoya kahkaha atmak veya ılık bir duş almak bile endorfin seviyesini hızla yükseltir.

Tüm bunları düşündüğümüzde, mesele teknolojiyi tamamen hayatımızdan çıkarmak değil; onu beynimizin doğasına uygun şekilde yönetebilmek. E-adaptasyon dediğimiz şey tam olarak bu: teknolojiyi reddetmek değil, onunla sağlıklı bir ilişki kurmak. Bildirimleri kontrol altına almak, gece belirli bir saatten sonra ekranı bırakmak, gün içinde ara ara durup “Şu an ekranda gördüğüm şey bana gerçekten iyi geliyor mu, yoksa hormonlarımı mı yanıltıyor?” diye kendimize sormak bu dengeyi kurmanın küçük ama etkili adımları. Çünkü teknoloji hayatımızı kolaylaştırır; fakat hayatın gerçek tadı, ekranın ötesindeki temaslarda, sohbetlerde, kahkahalarda ve bizi gerçekten besleyen o bağlantı anlarında saklıdır.