Dünyanın en büyük teknoloji şirketlerini yöneten insanların çoğunun ortak bir özelliği var: Kendi geliştirdikleri cihazları çocuklarına sınırsız şekilde vermiyorlar. Bu ilk duyulduğunda biraz şaşırtıcı geliyor; bir yanda teknolojiyi üreten, geliştiren ve dünyaya yayan insanlar var, diğer yanda bu teknolojiyi evlerinde oldukça kontrollü kullanan aileler. Peki neden? Bunun cevabı, ekranı tamamen “kötü” görmelerinde değil; tam tersine, ekranın nasıl çalıştığını bizden çok daha iyi bilmelerinde yatıyor. Steve Jobs bu konuda en bilinen örneklerden biri. 2010’da iPad’i tanıtırken cihazdan “inanılmaz bir deneyim” diye bahsetmişti, ancak aynı Jobs’ın kendi çocuklarının iPad kullanmasına izin vermediği ortaya çıkmıştı. New York Times’a verdiği röportajda “Evde teknoloji kullanımına sınır koyuyoruz” demesi, aslında teknoloji karşıtlığından değil, ekranların çocuklarda dikkati nasıl üzerine çektiğini, dopamin döngüsünü nasıl tetiklediğini ve zaman algısını nasıl etkilediğini çok iyi bilmesinden kaynaklanıyordu.
Bu yaklaşım sadece Jobs’a özgü değil. Silikon Vadisi’nde çalışan pek çok isim aynı tutumu sergiliyor. Twitter ve Medium’un kurucusu Evan Williams, çocuklarına yüzlerce kitap almasına rağmen iPad vermeyi reddediyor. Pek çok oyun geliştiricisi de yıllardır üzerinde çalıştıkları oyunların bağımlılık yapıcı mekaniklere sahip olduğunu bildikleri için, kendi çocuklarının bu oyunları sınırlı sürelerle oynamasını tercih ediyor. Hatta Google, Facebook, Apple gibi şirketlerde çalışan birçok üst düzey yönetici, çocuklarını ekran kullanımının minimum olduğu Montessori tipi okullara gönderiyor. Bunu teknolojiyi kötü gördükleri için değil; çocukların önce hayal gücünü, el becerilerini, odaklanma sürelerini ve sosyal becerilerini güçlendirmeleri gerektiğini bildikleri için yapıyorlar.

Asıl mesele şu: Bu insanlar teknolojiyi üretirken, ekranın ardındaki mekanizmaları en ince ayrıntısına kadar öğreniyorlar. Sosyal medya uygulamaları, oyunlar ve dijital platformlar yalnızca eğlence için tasarlanmıyor; aynı zamanda kullanıcının dikkatini nasıl çekeceklerini, ekran başında daha uzun süre kalmasını nasıl sağlayacaklarını sürekli test eden ekipler tarafından geliştiriliyor. Sürekli bildirim yağmuru, sonsuz kaydırma özelliği, otomatik video oynatma ve aralıklı pekiştirme döngüsü gibi mekanizmaların hem çocukların hem de yetişkinlerin özdenetimi üzerinde nasıl güçlü bir etki yarattığını çok iyi biliyorlar. Bu yüzden kendi çocuklarının teknolojiyi ölçülü kullanmasını sağlamak onlar için refleks hâline gelmiş durumda; çünkü cihazların beyni nasıl uyardığını, hangi noktada bağımlılık potansiyeli taşıdığını ve zaman algısını nasıl değiştirdiğini herkesten önce fark ediyorlar.

Peki biz bu durumdan ne öğrenebiliriz? Elbette hayatımızı Silikon Vadisi standartlarında yaşamak zorunda değiliz, ancak onların yaklaşımından ilham almak mümkün. Çocukları teknolojiden tamamen uzak tutmak da gerçekçi değil; bunun yerine ekranın hayatın tamamını değil, yalnızca küçük bir kısmını kapladığı bir düzen oluşturmak çok daha etkili olabilir. Ekranı gün içinde belli zamanlara yaymak, çocuğun yalnızca pasif tüketici olduğu değil, aynı zamanda ürettiği, çizdiği, yazdığı, düşündüğü anlara alan açmak, teknolojiyi boş vakti dolduran bir “bakıcı” yerine amaçlı kullanılan bir araç haline getirmek bu yaklaşımın önemli parçaları. Aynı şekilde, ekransız aile rutinleri oluşturmak—birlikte sohbet etmek, oyun oynamak, yürüyüşe çıkmak—çocukların hem duygusal gelişimi hem de dijital alışkanlıkları üzerinde güçlü bir etki bırakıyor. Çünkü çocuklar teknolojiyle ilişki kurmayı büyük ölçüde ebeveynlerinin davranışlarını izleyerek öğreniyor.

Sonuç olarak, teknoloji kötü değil ama kontrolsüz bırakıldığında hayatın doğal akışını kolayca ele geçirebiliyor. Silikon Vadisi’nin bize gösterdiği en önemli şey, teknolojiyi hayatımızdan çıkarmamız gerekmediği; asıl önemli olanın, onu nasıl ve ne kadar kullandığımız olduğudur. Çocuklarımızın bilinçli, dengeli bir dijital alışkanlık geliştirmesi için önce bizim net, tutarlı ve örnek olan bir duruş sergilememiz gerekiyor. Kontrol bizde olduğunda teknoloji gerçekten değer katan bir araca dönüşüyor; aksi hâlde zamanımızı da enerjimizi de sessizce tüketebiliyor.